Tavır, farklılık, nadir kuşlar

-
Aa
+
a
a
a

12 Ekim 2003Radikal 2

'Tavırlı olmak' üstüne düşünüyorum. Sürüklendiğinde sürüklenmekte olduğunu acıyla fark eden; ahlâkını mutluluk yoluna kurmuş olmakla birlikte 'mutlu' olamayan; mutluluğu, mücadelesinin asla varılamayacak hedefi belleyen; dünyaya, hayata, kendine batan insanlar zaten bu konuda çok düşünme fırsatı bulmuşlardır. Hedefe değil, yola bakanlar. Yolun, hedefin ta kendisi olduğunu hissedenler. Vazgeçemeyenler. Dinlenme adabını geliştirememiş olanlar. Uykuyla aralarında, içinden bir türlü çıkamadıkları, suçluluk duygusundan korkuya, inatlaşmadan ana rahmine sığınışa kadar bin bir karmaşık duygu yüklü karanlık bir bölge olanlar. Hırçın, huysuz, huzursuz olanlar. Onlar, 'kendinin avcısı' olmanın ne mene bir varoluş serüveni olduğunu bilir.

'Tavırlı olmak' konusu, gazeteci Robert Fisk'in Edward Said'i uğurlama yazısını okurken içime ağır bir taş gibi çöküp beni bu yazıya kışkırtmış olabilir. Ya da bir filmde rol almak için başvuran yüzlerce genç kızın eleme kasetlerini izlerken. Üstüne bir de haberlerde bir protesto gösterisini izleyince nasıl kurup nasıl bir sona erdireceğimi bilemediğim bu yazıya oturdum.

Robert Fisk, "Kusursuz biri değildi. bazen fazla kibirli, eleştirilerinde fazla acımasız olabiliyordu. Tekrara düşebiliyordu. Patlama noktasında kızabiliyordu. Fazla kızması için fazlasıyla nedeni vardı" diyor, Said için.

Edward Said, her dem tavırlı oldu sözgelimi. Kimselere tutunmadı. Kendinden yaratılmaya çalışılan ikona ilk baltayı indiren kendisiydi.

İsrail savunucuları onun Columbia Üniversitesi'nden atılması için çırpındı. İşgalci vahşi israil devleti yandaşları ondan doğal olarak nefret ediyordu. Bir edebiyat profesörünün Filistin meselesi üstüne bunca ses çıkarıyor olması asap bozucuydu doğrusu. Öte yandan beter Arafat da kendini acımasızca eleştirip ipliğini pazara çıkaran bu adamdan nefret ediyordu. Kitaplarının işgal topraklarına sokulmasını yasaklamıştı. Said, 'Şarkiyatçılık' kitabının kasıtlı olarak yanlış anlaşılmasına karşı yılmadan mücadele etti. Fisk'in dediği gibi 'nadir bulunan bir kuştu' o.

Said'in eserine noktayı koyması bana, kanmaya can atan, kendine sunulan kucaklara yorgun başını koyuvermek için bir an olsun tereddüt etmeyen aydın çoğunluğumuzu düşündürdü. Aynı tavırla, aynı edayla, aynı üslupla itirazlarını dillendirenleri. 'Fikriyatı' hayatlarına bulaştırmadan yaşayan, teoriyle jimnastik arasına sıkışmışları.

* * *

Kamusal alanda da özel alanda da bu tür 'nadir kuşlar'ın yanında durmak son derece yorucu olabilir. Hayatı ve itirazlarını böylesine ciddiye alıp en ufak ayrıntıyı bile kaçırmamak için kılı kırk yaranlar; uzlaşma, barışma, geçiştirme amacıyla hiçbir pazarlık masasına yanaşmayanlar, etraflarındaki insanlara da huzur vermez. Neredeyse çocuk yaşımda rahle-i tedrisinden geçip dostluğunu kazanmış olduğum Bilge Karasu'yu hatırlamadığım gün geçmiyor şu aralar. Her konudaki titizliği, sabrı, yavaşlığı, kendine inadının biz dostlarını kimileyin ne denli bezdirdiğini hatırlıyorum. Onunla hiçbir şeyin üstünden atlanıp geçilmezdi. O, ince, düşünceli, olağanüstü bir dosttu. Ama hiçbir şeyi sevilmek için yapmazdı. Dostların belalısını seçmek belki de onunla yaşadıklarımdan edindiğim bir düsturdur.

Geçenlerde birkaç kasete yüklenmiş, film oyuncusu adaylarının tanıtım görüntülerini izlerken bir süre sonra kendimi sanal bir aleme fırlatılmış hissettim. Yüzlerce genç kızın birbirlerinden ayırt edilmez oluşu; tıpatıp aynı olmaya bunca emek sarf etmişlikleri beni serseme çevirdi. Hepsi aynı terbiyeden geliyordu. Toplumsal akdin gerektirdiği asgari terbiyeden bahsetmiyorum. Kibar olmanın, sevimli olmanın, cazip olmanın, akıllı olmanın aynı resimleri karşısında çalışılmış bir kendini dünyaya sunuş şekli, beni sarsan. Aynı konuşma tarzı. Aynı saç atış, aynı mahcubiyet. Aynı 'ben farklıyım' ifadesi. Aynı tokgözlülük dili. Sanki aynı toplama kampında uzun süreli bir 'uyum programı'ndan geçirildikten sonra salıverilmişlerdi. İşte dünyanın karşısına geçmiş, haklarını istiyorlardı. Sıra seçilmeye gelmişti. Yüzlerinde aynı mat aydınlıkla aynı masumiyete sırtını dayamış onca genç kız kameranın karşısında gönüllü olarak özneliklerinden feragat ediyorlardı. Kameranın her sözü 'şov'a dönüştüren, kendi formatına, kendi kurgusuna tercüme eden gözüne teslim oluşları, insanın içini ezen bir bilimkurgu kabusu gibiydi. Klonların dünyası. Sonsuz emniyetli, en ufak bir farklılığın anında tespit edilip cezalandırıldığı bir dünya. 

* * *

O kasetlerin bana anlattıkları arasında, az olanı çok olan içinde eritmeye yönelik sahte eşitlik dilinin hayatın her alanına nüfuz etmişliği de var. İçin için de olsa 'Mozaik değil ulan, beton' diye haykıranların mühendisliğini üstlenmiş oldukları inşaat. Adorno'nun, "İçine atlama düşüncesi demokrasiyi değil, kurban törenlerini çağrıştırır" dediği o şanlı 'eritme potası' metaforu. Oyuncu adayı genç kızları gözleyip terbiye eden kameranın hayatın bütün odalarına yerleştirilmiş hali. Hepimiz aynıyız. Aynı duyarlıklarla yüklü, aynı tepkilerle mücehhez, tek bir standartla ölçülebilecek kadar homojen. Aklıselim bayrağını açmış, altında coşkuyla birlik ve beraberliğe yürüyoruz. Adorno, şunu de eklemişti, "Bütün insanların aynı olduğu iddiası tam da toplumların işitmek istediği şeydir. Toplum, gerçek ya da hayali farklılıkları, işin henüz tamamlanmamış olduğunu birtakım şeylerin hâlâ kendi aygıtının dışında kaldığını ve kendi bütünlüğü tarafından tam belirlenemediğini gösteren pürüzler olarak görür. Toplama kamplarının tekniği, mahpusları gardiyanlarına benzetmek, maktulleri katil gibi yapmaktır." Daha iyi toplumu, insanların hiç korkmadan farklı olabilecekleri bir toplum olarak adlandıran Adorno, dünyanın uğursuz bir hızla dönmekte olduğunu ta o zamandan saptamıştı. 

* * *

Dışişleri Bakanı'nı memleketini ziyaretinde karşılayan protestocu ekibin görüntülerine rastlamış olabilirsiniz. Vahşi özelleştirme politikası sonucu kendini sokakta bulmuş fabrika işçilerinden bir grup bakanın konvoyunun yolunu kesmiş, sloganlar atıyor, içinde bulundukları durumu ilan etmeye çalışıyordu. Besbelli kibar olmaları için uyarılmış polisler onları fazla hırpalamadan olay mahallinden uzaklaştırmaya çalışırken kovgun işçilerden birini zaptetmekte zorlanan bir polis ona 'şov yapma' diye ünledi. 'Bu fabrikaya yirmi beş yılımı verdim' diye bağıran gösterici bir an durup 'şov yapmıyorum' dedikten sonra çırpınmayı sürdürdü.

Tavır koymanın her türlüsünün tamamıyla inan-dırıcılığından soyunduğu noktadayız. Sesini yükseltenin, itiraz edenin mutlaka 'şov yaptığı', varolmanın yegâne meşru alanı olan şöhrete sığınmaya çalıştığı ön kabulüyle bakıyoruz dünyaya. Sesimizi yükselttiğimizde de kamera arıyor gözlerimiz.

* * *

Tavırlı olmak; adalet duygusunun fazlasıyla lanetlenmiş olmak demek. İçinde susturamayacağı çok ses olanın karşısına dikilen, başka hiçbir hayata geçit vermeyen aynanın, gerçek ya da mecazi kamerayla hiç ilgisi yok. O aynaya yansıyan, sırtında sürekli didişilmesi gereken bir dünyayı taşıyan insanın huzursuz, titrek ışığı. Farklı olanın hiç 'benzemek' zorunda kalmadan soluk alabileceği bir dünya tahayyülü üstüne kurulu adalet, güçlünün, güçsüze olan borcunu onu kendine benzeterek ödemesine izin vermemeyi amaçlar.